Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Daha göreve başlama sürecinde muhatap kıldığımız işlerle, işlerin düzeyiyle özsaygılarını talan ettiğimiz insanların fiili durumlarını görünmez kılmak için de boyutlarını kestiremediğimiz bir güzelleme anlatısı kullanıyoruz” diyor.
Belki de en son söyleyeceğim şeyi en başta söylemeliyim. Türkiye’de en büyük terbiye edici, uygulaması ile devlettir ve maalesef çok kötü bir terbiye edicidir. Öyle kalıcı bir terbiyeden geçirir ki; teorik kabulünüz, kamusal söyleminiz ne olursa olsun yaşadığınızı öğreten üstelik kalıcı bir şekilde öğreten bir tedrisattan geçmiş oluyorsunuz. Bu yaşanmışlık öylesine kalıcıdır ki; ideolojik-politik bir farklılık tanımadığı gibi devleti de içeren şekilde herkesi birbirine benzetir. Biz hepimiz Turhallıyız, biz bize benzeriz! Normalde toplum olamamaktan, ortak kabul alanları oluşturamamaktan, makul bir angajman ilişkisi geliştirememekten şikâyet ederiz. El-hak doğrudur da bu şikâyetimiz. Ancak iş bu kötü öğrenmeye, kötüyü öğrenmeye ve kötüyü yapmaya geldiğinde maalesef hiçbir toplumsal kesim bir diğerini aratmıyor. Hepsi bu zararlı tedrisatı içselleştirmekte çok mahir görünüyor. Yanlışı yapmada gösterdiğimiz büyük uzlaşı hayret verici boyutlarda. Bu kötü eğitimin etkisi altında olsa da en büyük terbiye edici aktör devletin kendisi tespitinde bulundum. Şüphesiz bu terbiye ediş çağrıştırdığı gibi toplumu sınıflara doldurup tahta başına geçirdiği eğitimden bahsetmiyorum. Bu eğitimin ne tür komplikasyonlarla hayatımıza kastettiğini fırsat buldukça irdeliyorum. Diğer taraftan çok daha kalıcı terbiye ediş bizatihi devletin yapılanma şekli ve toplumla kurduğu ilişkinin niteliğinde karşımıza çıkıyor. Çok çetrefilli analizlere gerek kalmaksızın gündelik hayatımızın normal akışında, bürokratik işleyişin son derece basit uygulamalarında karşımıza çıkan bu duruma ilişkin en somut örnek seçimlerde ataması yapılan öğretmenler.
***
Bilindiği üzere seçimlerden hemen önce 45 bin öğretmenin ataması yapıldı. Yapılacak güvenlik soruşturmasının akabinde öğretmenlerin görevlerine 1 Eylül itibariyle başlayacakları açıklandı. Buraya kadar bir problem yok. Atama yapılmış, süreç devam ediyor, göreve başlama takvimi açıklanmış. Ancak işleyiş gerçeklikte bu kadar basit ve net değil. Hem bu basit ve net olmayan durumu hem de yukarıda altını çizdiğim devlet marifetiyle yapılan kötü terbiyeye ilişkin meseleyi açmakta yarar görüyorum. Yaşadığımız bu düzeysizlikleri kamusal alana taşımadıkça, ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir gündeme dönüştürmedikçe toplumsal bir gelişme göstermemizin imkânından bahsetmek mümkün değil. Bu açıdan mevzuyu konuşmak, tartışmak devletin işleyişi, toplumla kurduğu ilişki ve şüphesiz genel toplumsal hâlimiz açısından büyük önem arz ediyor. Yarım asırdan fazla bir süre önce rahmetli Nurettin Topçu Türkiye’de eğitim sistemimizin iki temel eksiği olduğunu belirtmişti: Birisi eğitim diğeri de sistem. Gün geçmiyor ki bu tespiti doğrulayan bir gelişme yaşanmasın. Yukarıda da belirttiğim gibi seçim öncesinde 45 bin öğretmenin ataması yapılmıştı. Büyük kısmı deprem bölgesine atanan öğretmenler, göreve başlayabilmenin heyecanı ve bunun ne zaman ve nasıl olacağının endişesi içinde gidip geliyorlar. Belirsizlikte bekletmenin yıpratıcı bir iktidar pratiği olarak kullanıldığı bu süreç tam da söz ve uygulama arasında bağın koptuğu geniş alanda hüküm sürüyor.
***
Eğitim faaliyetinin kaderini belirleyen; söylenen şeyden ziyade neyin, nasıl, nerede, hangi koşullarda söylendiğidir. Şayet söylenen ile uygulanan arasında bir örtüşme yaşanıyorsa burada önemli bir mesafe alınmış demektir. Eğitimin anlamlı bir nitelik gösterme imkânından bahsedilebilir bu durumda. Yine de söylenen ile uygulananın örtüşmesi kendi başına niteliğin göstergesi olamaz. Ayrıca bu söylenen ve uygulananın kalitesine, gerçeklikle, ihtiyaçlarla, içinde bulunduğu koşullarla etkileşimine vs. bakmak gerekiyor. Bazı durumlarda pekâlâ söylem düzeyi gelişkin ve de yaşamla uygunluğu kabul edilebilir olmayan eylemlerin örtüşmesine de şahitlik ediyoruz. Bunun da büsbütün dünyadan kopukluğun bir alamet-i farikası olarak kaydetmek ve ayrı olarak değerlendirmek gerekiyor.
Diğer taraftan söylenen ile uygulanan arasındaki makasın açıldığı dolayısıyla resmi anlatının, görünür söylemin etkisizleştiği, çözüldüğü hatta son derece hırpalayıcı, kötü bir eğitimin kamuflajına dönüştüğü gerçekliklerden bahsetmemiz gerekiyor. Bizim durumumuzu örnek olarak verebileceğimiz bu eğitim vaziyetinin üzerinde titizlikle durmak gerekiyor. Kötü organizasyon, beceriksiz yönetim nedeniyle büyük bir emeğin, kaynağın ve şüphesiz çok daha önemlisi hayati bir imkânın heba olmasına yol veren ve üstelik devam ettiği müddetçe sağlıklı bir çözümden de bizi alıkoyan bu yozlaştırıcı girdabı, bu kötü terbiye eden, değersizleştiren gidişatı açık etmek gerekiyor.
Daha da somutlaştıralım. Öğretmenlerle, öğretmenlik mesleği ile ilgili resmi anlatı malum. Gerçekliği görünmez kılma motivasyonu da yüksek olan bu anlatı bize öğretmenin yüce değerinden, öğretmenliğin emsali olmayan kıymette bir meslek oluşundan bahseder. Bu anlatıda öğretmen, öğretmenlik insan-meslek hiyerarşisinde rakibi olmayan bir statüdedir. Öğretmenlik kutsal meslektir, öğretmen mucizeler yaratan sıra dışı bir figürdür. Çok muhatap olduğumuz için içeriğine, boyutlarına şahit olduğumuz bu anlatıyı detaylandırmanın lüzumu yok. Uygulamada ise başka bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz ise apaçık önümüzde duruyor. Mali ve özlük hakları itibariyle öğretmenin, öğretmenliğin bir anlam ve önem taşımadığı göstergelerden anlaşılıyor. Meslek bu kadar önemliyse, kıymetliyse, stratejikse bunu nereden, neresinden anlayacağız? Toplum olarak, devlet olarak hangi değeri verdiğimizle ölçebiliriz bunu ancak. Çok kıymetli ancak bu kıymeti gösteren mali haklardan yoksun, özlük haklarından yoksun! Basit, sıradan bir memur öğretmen! Hatta şu anki mali göstergelerle bakıldığında bırakın basit bir memuru herhangi bir eğitim almamış insandan da düşük düzeyde sosyo-ekonomik haklara sahip. Diğer bir husus hangi ilişkiye muhatap kılındığınızdır. Kendi görev alanınızda, işinizi yürüttüğünüz ortamlarda ne tür bir değer gördüğünüzdür.
Yazıya başlarken belirttiğim gibi ataması yapılan 45 bin öğretmenin göreve başlamasına birkaç günlük bir süre kalmış durumda. Göreve başlamanın heyecanı içinde olan bu öğretmenlerin büyük kısmı hâlâ ne olacağını, nasıl olacağını bilmedikleri belirsiz ve alabildiğine değersizleştiren, önemsizleştiren, kendilerinin ve dolayısıyla mesleklerinin saygınlığını aşındıran tahripkâr bir terbiyeden geçiyorlar. En az lisans düzeyinde eğitim almış gencecik öğretmenlerimizi aylardır “güvenlik soruşturması devam ediyor”, “göreve başlarken yanımızda diplomanın aslı mı olacak yoksa mezuniyet belgesi yeterli mi?”, “1 Eylül’den itibaren mesaj gelecek, göreve başlayacaksınız”, “konteynır verilecek, bir süre çadırda kalınacak” gibi açıklamaktan ziyade belirsizliği derinleştiren işlerle meşgul ediyoruz. Daha göreve başlama sürecinde muhatap kıldığımız işlerle, işlerin düzeyiyle özsaygılarını talan ettiğimiz insanların fiili durumlarını görünmez kılmak için de boyutlarını kestiremediğimiz bir güzelleme anlatısı kullanıyoruz. Deprem bölgesine ataması yapılmış, gideceği okul yıkılmış, nerede kalacağı belli olmayan öğretmene “şu zamanda şu koşullarda görece başlayacaksınız” gibi basit bir bilgilendirme yapacak durumda değilseniz eğitim-öğretimin hal yoluna koyulmasını beklemek akla ziyandır. Atama süreci kendi başına kötü bir terbiye süreciydi. Başvurusu, mülakatı vs. Şimdi atama yapıldıktan göreve başlama süreciyle özsaygıları biraz daha yok edilecek. Göreve başlandıklarında da zaten kalan heyecanları, idealleri, özsaygıları MEB ve okul girdabında tüketilerek yine Topçu’nun ifadesiyle basit bir baremliye çevrileceklerdir. Başvurusunu aldığınız, atamasını yaptığınız bir adaya aylarca “güvenlik soruşturması yapılıyor” demenin ne anlamı var? Günümüzün teknolojik imkânlarında “şu evrakı getir, bu evrakın aslı olmazsa olmaz” gibi anlamı olmayan angarya işleri yürüterek insanları değersizleştiren işleri yürüttüğümüz yerde anlamdan, önemden, değerden bahsetmek kendini kandırmaktır. Aylar önce ataması yapılmış stratejik önemdeki bu insan kaynağına atandıkları illerden, okullardan açıklayıcı, önlerini görebilecekleri bir mesaj almaları çok mu zor? En basit insani ilişkinin temeli olan anlamlı bir muhatap olarak kabul edilmeyi esirgediğimiz bu insanları, anlamsızlığı aşikâr olan bürokratik uygulamalarla ve süreçle değersizleştirdiğimizde çok kötü ve derin izler bırakan bir terbiyeden geçirdiğimizi neden fark etmiyoruz? Yıllardır öğretmenin niteliğini geliştirmeye dönük belgeler, planlar, stratejiler açıklıyoruz. Acaba niteliğinden memnun olmadığımız bu öğretmenin durumuna ilişkin teknik düzenlemelerde çare aramak yerine muhatap kıldığımız ilişkiye, içinde yer aldığı ilişki ağına, çalışma koşullarına, uygun gördüğümüz sosyo-ekonomik haklara baksak daha yerinde olmaz mı?
***
Gerçekten de Türkiye’de en büyük terbiye edici devlettir ve maalesef çok kötü terbiye edicidir. Normal işleyişi değersizleştiriyor, kötü terbiye ediyor. Devlet nezdinde ne toplum ne insan değerli. Hatta denilebilir ki devlet kendisine bile değer ve önem atfetmiyor. Aksi olsaydı yani kendisine önem, anlam ve değer atfediyor olsaydı işlerinin, insan kaynağının ve toplumunun değer, anlam ve önem taşıyacak şekilde olmalarını gözetirdi. Bunu da en basit bürokratik işlerde, gündelik akışın seyrinde gösterirdi. Karşılığı olmayan abartılı söylemlerde değil.